Monday, April 9, 2007

Prof. Dr. mehmet Zaman Saçlıoğlu.



YARININ RENGİ




1963 yılında Kızılay Selanik Caddesi’ndeki evimize taşındığımızda babam ve annem, hemen yakınımızda yan yana duran iki güzel okul binasından soldakini göstererek, ilkokula burada devam edeceğimi söylemişlerdi. Annemin ara sıra eşe dosta dikiş dikerek desteklediği babamın maaşıyla, dişten tırnaktan artırarak almışlardı taşındığımız evi. Kızılay’a gelmeden önce Bahçelievler Özel Gönen İlkokulu’nda üçüncü sınıftaydım; ama yaşım küçüktü. Devlet okuluna geçerken bir sınıf düşürüldüm. O yıl Mimar Kemal İlkokulu’na, Mualla Yolaç öğretmenin ikinci sınıfından başladım. Üstünden kırk dört yıl geçmiş olan o günlerin tamamını anımsayabilseydim keşke…
Okulda katıldığım ilk oyunun adı, belleğimin karanlık bölgesinde; ama bu oyunda bana yapılan bir jesti çok iyi anımsıyorum. Teneffüse çıkmıştık. Siyah okul önlüklerimizin bellerinde önlükle aynı kumaştan yapılmış, arkadan bağlanmış kuşaklarımız vardı. Birbirimizin ardına sıralanır, bu kuşakların uçlarından tutup uzun bir tırtıl gibi dalgalanarak bahçe boyunca koştururduk. O ilk teneffüste, belki de sınıfa yeni katılmış birinin uyumunu kolaylaştırmak için öğretmenimiz ya da onun yönlendirmesiyle sınıf mümessili beni tırtılbaşı yapmıştı. Yirmiden çok çocuk arkama takılmış, birbirimizin kuşaklarını sımsıkı yakalamış koşuşturuyorduk. Kaç dakika sürdü bilmiyorum, ama belleğimde fotoğraf kareleri gibi yer etmiş.
Sınıf mümessilimiz galiba Gül’dü. Babası, biz beşinci sınıfa geldiğimizde, okul öğrencilerine ücretsiz mandolin dersleri vermişti. Teyzemin çatlak mandolinini tamir etmiş, yeni teller takmıştım; ama seste hep bir cızırdama vardı. Bu çatlak mandolinle epeyce ilerletmiştim çalmayı. Gitara terfi edemediğimden orada kaldı bu heves.
Evimizin salonundan, karşıda, uzaklarda Elmadağ, yan odalardan Anıtkabir görülürdü. Hangi yıllarda tam anımsayamasam da, en çok 1968 yılına kadar olan süre içinde, yani beş yılda, çevremizde biten yeni yapıların arkasında görünmez oldular. O yıllarda Türkiye’nin en yüksek binası olan Kızılay’daki gökdelenin kat kat yükselmesini, bir çocuğun büyümesini izler gibi izledim; duracağı zamanı merak ederek. Bittiğinde en üste birkaç direk dikildi. Biri paratonerdi sanırım. Paratonerin yaklaşık beş yüz metre çapında bir yıldırım çekme alanı olduğunu duymuştum. Evimizin bu alanın içine girip girmediğini merak ediyordum. Geceleri odamın penceresinden gözümü diker, uzaklığı tahmin etmeye çalışırdım. Böyle bir uzaklığın kesin olarak nasıl ölçülebileceği konusunda hiçbir yöntem bilmiyordum tabii. Ben bu ölçümü yapamazken, Amerikalılar Ay’ın Dünya’ya uzaklığını gitmeden ölçmüşler, 1969 yılında Apollo 11 aracının indiği noktayla karşılaştırıldığında yalnızca birkaç metre hata yapmışlardı.
Gökdelenin üstündeki ikinci direk bir ışık direğiydi. Her gece farklı renkte ışık yanmasının nedenini önceleri anlamamıştık. Öğrendiğimizde, kış gecelerinde, kırmızı yanması için dua eder olduk. Eminim, penceresi gökdelene bakan her çocuk, o yıllarda, kırmızı ışığın yandığı gecelerde sabahı merak ederek, en güzel düşler içinde uyumuştur. Kırmızı, ertesi günün karlı olacağını gösteriyordu; sarı sis, yeşil yağmur, mavi güneşli hava demekti. Kar yağdıysa, hele o yıllarda her kış en az birkaç kez olduğu gibi, ısı eksi on beş derecenin altına düştüyse, okullar tatil olacak, tüm çocuklar bahçeleri, sokakları dolduracaktı. O karlı günlerde, zaten toplasanız Ankara’da birkaç yüzü geçmeyecek otomobillerin hiçbiri yollara çıkmayacak, Tahta kızaklarına ya da kayabilecek ne bulurlarsa onlara binen çocuklar, şimdiki Kocatepe Camii’nden Kızılırmak’a; Kızılırmak’tan Meşrutiyet’i geçip Selanik’ten aşağıya, ta Sakarya’ya kadar tek bir otomobile rastlamadan kayacaklardı. Saçakların altından geçerken dikkatli olunacaktı, uzun buz sarkıtları düşebilir diye. O karlı gecelerde Ankara iyice sessizleşecek, bozacının sesi, çocuklarıyla birlikte lapa lapa yağan karda kartopu oynamaya inmiş büyüklerin sesine karışacaktı. Yün paltoların, eldivenlerin üstünde biriken karı temizlemek, annelerle çocuklar arasında hep tartışma konusu olacaktı. Üşüyüp sızlamaya başlayan ellerin karıncalanması, soğuktan alev alev yanması çocukları acıdan ağlatsa da kardan asla koparamayacaktı.
Gökdelen bittiğinde, alt katlarında Gima açıldı. Gima’nın yürüyen merdivenleri, o yılların çocuklarına anneleriyle birlikte alışverişe gitme zevkini aşıladı. Çünkü küçük çocukları tek başlarına Gima’ya almıyorlardı, yürüyen merdivenleri oyun haline getirmesinler diye. Büyüklerle birlikte her gidişte en azından birkaç kez inip çıkmak büyük bir mutluluktu. Luna park gibiydi çocuklar için, yürüyen merdivenler. Gima’nın olduğu katların dış duvarına iki bronz kabartma koyuldu daha sonra. Bunların ne olduğu o günlerde epeyce tartışıldı kamuoyunda. Biçimlerden biri Türkiye haritasına benziyordu ama gerçekte neydi? Soyut sanat o kadar uzaktı ki hepimize, bir şeye benzetmeye çalışıyorduk mutlaka. Anlaşılmasa da, önemli bir heykelcinin heykeliymiş denilerek saygı duyulan bu bronzlar, daha sonra anlamadıklarını yok eden birileri tarafından söküldü, kaybolup gitti. Oysa o heykeller, 1961 yılında Paris Genç Sanatçılar Bienalinde birincilik ödülünü almış bir heykelcimizin, Kuzgun Acar’ındı ve sanatsal açıdan, üstünde yer aldığı binadan daha değerliydi aslında.
Mimar Kemal İlkokulu benim sevgili ilkokulumdu. İkinci dersin teneffüsünde süt tozundan yapılma süt verilirdi. Her gün bir öğrencinin annesi evde poğaça, börek gibi bir şeyler hazırlar o teneffüste okula getirirdi. Beslenme saatinde hepimiz aynı şeyleri yerdik. Eşitlik duygusu biz çocuklar arasında kutsal bir duyguydu. Büyükler için de, çocuklar için de, paradan söz etmek ayıptı, kimse parasıyla, zenginliğiyle övünmezdi. Anneler, getirecekleri yiyeceklerin bir başka çocuğun getiremeyeceği bir yiyecek olmamasına çalışırlardı. Alçakgönüllülüğü öylesine özümsemiştik ki, yıllar yıllar sonra, televizyon kanallarının “en büyük biziz”, politikacıların, “en önemli, en başarılı biziz” türünden sözlerle kendileriyle övünmelerini ayıplamıştık. Şimdi övünme doğal bir tanıtım biçimi oldu, ama o yıllarda Mimar Kemal’de okuyan birçoğumuz hâlâ övünmeyi ayıp sayıyor.
İlk kez bir kızla el ele tutuştuğum, kalbimin göğsümden fırlayacağını sandığım yer de Mimar Kemal’in bahçesi olmuştu. O yıl, rond denilen bir dans yapacaktık bayramlardan birinde. Tüm sınıf bahçede kızlı erkekli eşleşip yürüyor, kendi çevremizde dönüyor, el ele tutuşup çeşitli figürler yapıyorduk. Son provalara bir akordeoncu da gelmiş, gösteriye müzikle hazırlamıştı bizi. İşte bu rond sırasında, sınıfın en güzel kızlarından biri benim eşim olmuştu. Ellerini tuttuğumda ne kadar heyecanlanmıştım…
Sonra hayat hızla aktı, geçti. Ortaokul’da Ankara Koleji’ne gönderdi babam beni, yabancı dil öğreneyim diye. İstanbul’da, güzel sanatlarda okudum, orada, tekstil bölümünde öğretim üyesi kaldım; evlendim, çocuğum oldu, herkes gibi soluk aldım, uyudum, uyandım. Bir yandan tekstil desenleri yaptım, bir yandan bunların nasıl yapılacağını öğrencilerime öğrettim. Ama bu mesleğimin yanında, 13 yaşımdan beri birlikte olduğum bir başka sevgilim de var. Edebiyat onun adı... Edebiyat ile başka yaşamlara, dünyaya, duygulara, düşüncelere yeni gözlerle bakabildim, kendimi daha insan hissettim. Anılarım bile edebiyat sayesinde anlam kazandı. Edebiyat güzel sanatlar alanımı, güzel sanatlar alanındaki çalışmalarım ise edebiyat alanımı destekledi.
Babam, bilim adamı olmamı çok isterdi. Bilim adamı ol da istersen örümcek bacaklarını incele, derdi. Sanatı pek bilmediğindendi belki, belki de bilimi çok önemsediğinden. Ben de şunu anladım ki, bilim adamı, ya da sanatçı olmak başka mesleklerde çalışmaya benzemiyor. Bilimi ve sanatı meslek olarak seçenler, belki çok zengin olmuyorlar, ama mutlu oluyorlar. Çünkü ilgi alanları aynı zamanda meslekleri oluyor. Bilim ve sanat, insanlığa yararlı bir şeyler yapmanın mutluluğunu duyuran uğraşlar. Soluk almak gibi, kalbin çarpması gibi sizin olan, onlarsız yapamayacağınız uğraşlar. Öyle oldukları için bilimcinin ve sanatçının emekliliği de olmuyor. Bilimi ve sanatı kimse insanın elinden alamıyor ölümden başka. Bir sanatçı ölse de sanat, başka sanatçılarca; bir bilimci ölse de bilim, başka bilimcilerce sürüp gidiyor, kutsanmış, tanrısal uğraşlar olarak ve insana insan olmayı öğreterek…
Çocukluğumda ertesi günün nasıl olacağını gösteren gökdelenin ışıkları artık yok, ama bana güzeli ve yararlıyı gösteren, yarınımın hangi hava olursa olsun umut içinde aydınlanmasını sağlayan başka bir ışık, edebiyat ve sanat var yaşamımda…




Mehmet Zaman Saçlıoğlu





No comments: