Monday, April 30, 2007

Ali Bozer


MEZUNUMUZ ALİ BOZER İLE YAPILAN RÖPORTAJ





Okulumuzun Mezunlarını Buluşturmayı Hedeflediğimiz Bir Dergi Çıkarıyoruz. Bu Dergide Yayınlanması İçin Sizinle Röportaja Geldik.

Hasan: Bize Biraz Kendinizden Bahseder Misiniz?

Ali Bozer:
Temmuz 1925 Ankara Doğumluyum. İlkokulun Bir Kısmını Eskişehirde Okudum. Ondan Sonra Babamın Görevi Dolayısıyla Ankaraya Taşındık Ve Mimar Kemale Girdim. O Zaman Mimar Kemalin Ortaokul Ve Lise Bölümü Yoktu.1936 Yılında Mimar Kemal İlkokulunu Bitirdim. Oradan TED Ankara Kolejine Girdim. Ortaokulu Ve Liseyi Orada Okudum. Lise Bittikten Sonra Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesine Girdim Ve Orasıda Bitti. Öğrenim Hayatım Düzenli Geçti. Yıl Kaybetmedim, İkmale Kalmadım. Çalışkan İyi Öğrenciler Arasındaydım. Hukuk Fakültesini Bitirdikten Sonra İsviçreye Doktora Yapmaya Gittim. Borçlar Hukuku Ve Medeni Hukuk Dallarında Doktora Yaptım. Orayı Da Bitirdikten Sonra Döndüm Adalet Bakanlığına Girdim. Adalet Bakanlığı Ve Üniversite Arasındaki Mütalaa İle Hizmeti Mecburiyetimi Ankara Hukuk Fakültesinde Tamamladım. O Arada Da Bir Yıl Amerikaya Gittim. Orada Hardward Üniversitesinde Çalışmalarda Bulundum. Doçent Olarak Döndüm Ve Askerliğimi Yaptım. Ve Askerlikten Sonra Kariyerime Devam Ettim. Daha Doçent İken Fakültede Kürsü Başkanlığı Yaptım. Ve Bizim Bir Ensitütümüz Var:’Bankacılık Ve Ticaret Araştırma Ensitütüsü’ Oranın Müdürlüğünü Yaptım. Siyasete Atılıncaya Kadar Hem Onun Müdürlüğünü Devam Ettirdim Hemde 20 Sene Boyunca Kürsü Başkanlığı Yaptım. Kürsü Başkanlığına Seçim Yoluyla Geliniyor.20 Sene Kürsü Başkanlığıda Bir Şeyler İfade Ediyor Sanıyorum.1980 De Talep Üzerine Siyasete Girdim. Ve İlk Defa Gümrükten Ve Tekelden Sorumlu Devlet Bakanı Oldum. Üniversite Hayatım Boyunca Çeşitli Hizmetler İfa Ettim. Birisi TRT Nin Üniversiteyi Temsilen Yönetim Kurulu Üyesi İdim. Sonra TRT Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Oldum Ve Hükümeti Temsil Ettim. Ondan Sonra Oradan Kendi Arzumla Ayrıldım. 1961–1980 Yılları Arasında Milli Savunma Bakanlığını Temsilen OYAK’ın Yönetim Kurulu Üyesi Oldum. Oyak Renault, Çimento Fabrikaları, Oytaş, Axaoyak, ASELSAN Gibi Birçok Şirkette Yönetim Kurulu Üyeliği Yaptım. Bir Başka Yaptığım Görev İse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Hâkimliği. Ondan Sonra Çeşitli Kamu Kurumlarında Başta Sümer Bank Olmak Üzere Genel Müdürlüklerini Yaptım. Bu Süre İçirisinde Mesleki Hayatımı Devam Ettirdim. Ayrıca Kara Kuvvetleri Vakfı Üyesi İdim. 1980 De Siyasete Atıldıktan Sonra Hayatım Tek Düze Bir Şekilde Devam Etti. Sonra Milliyetçi Demokrat Partisi Kuruldu. Mdp’nin Kurucularından Oldum. Ve Ankara Milletvekili Seçildim. Maalesef Mdp Kapandı. Mdp Kapandıktan Sonra Ben Bir Süre Bağımsız Kaldım. Daha Sonra ANAP’a İntikal Ettim. Ondan Sonra ANAP’ta İken Bakanlık Görevine Başladım. Avrupa Birliğinden Sorumlu Devlet Bakanı Oldum. Avrupa Birliğine Tam Başvuruyu Ben Yaptım. Başbakan Yardımcılığı Yaptım. Hatta Bir Süre Rahmetli Turgut Özal Cumhurbaşkanı Olduğu Zaman Boş Kalan Başbakanlık Makamını Ben Sürdürdüm. Sonra Dışişleri Bakanlığı Yaptım. Ondan Sonra Yine Kendi İrademle Siyaseti Bıraktım. Siyasetten Önceki Mesleki Hayatıma Döndüm. Şimdi Çankaya Üniversitesinde Öğretim Üyeliği Yapıyorum. Halen Axa Oyak Yönetim Kurulundayım. Ve Şuan Siyasetle Amatörce İlgileniyorum. Böylelikle Hayatımı Sürdürüyorum. Evliyim 3 Çocuk Babasıyım.

Hasan: Mimar Kemal Yıllarındaki Öğrenciliğiniz Nasıldı?
Ali Bozer:
Valla Kemal Okulunda Çok Sevdiğimiz Bir Müdürümüz Vardı. Hanım Bir Öğretmenimizde Vardı Ve Onuda Çok Seviyoruz. Onların Teşvikini Ve Şevketini Hatırlıyorum. Bizlerde Ozaman Biraz Haşere Bir Çocuktuk. Ama Daha Çok Spora Yönelmiştim. Evimiz İnkılâp Sokakta İdi. Okul Anısı Hatırladığım Var Mı? Diye Soracaksınız Tahmin Ediyorum Aklıma Gelen Bir Anım Yok.


Hasan: O Zamanın Ankarası, İnsan İlişkileri Nasıldı?

Ali Bozer:
Fevkalade Güzeldi. Eski İsmi İsmet Paşa Caddesi İdi. Şimdiki Mithatpaşa Caddesi. O Zamanlar Kızılayın Tek Caddesi Vardı Ve Mithatpaşa İdi. Orda Bir Tane Sarı Bina Vardı. Postane İdi. Başka Bir Değişle Şimdiki Kızılay Yoktu. Şimdiki Kızılayın Olduğu Yer Hep Tarla İdi. O Tarlaların Orasında Küçük Bir Kulübe Vardı. Kızılay Maden Suları Satardı. Ankara Belli Bir Düzen İçerisinde Ve Süratle Şehirleşti. Ama Bu Güzelliğini Korudu. Sıhhiye Kızılay Arasına Asfalt Yol Yapıldı. Ondan Sonra Yukarı Kadar Bakanlıklara Kadar Bir Yol Düzeni Vardı. Bakanlıklardan Sonra Yine Yollar Topraktı. O Zamanın Ankarasının Evleri Tek Kat, İki Kat Ve Üç Katlıydı. Küçük Bir Başkentti. Herkes Birbirini Tanırdı Ve En Önemlisi Çok Güvenli Bir Şehirdi. Yani Ankara Küçük Temiz Ve Güvenli Bir Şehirdi. İnsan İlişkileri Çok İyiydi. Şimdi Küçük Bir Anı Hatırama Geldi. Biz Sokakta Top Oynardık. Bir Resmi Araba Biz Top Oynarken Geçti Ve Topuda Patlattı. Hemen Araba Durdu. İçindeki Zat İndi. Bizim Yanağımızdan Öptü. Bu Anı Hala Bende Kalmıştır. İnsancıl Bir Yaklaşım Vardı O Zamanlar.

Hasan: Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Size Ne Kattı Ve Oraya Gelmek İçin Ne Yaptınız?

Ali Bozer:
Hiç Bir Şey Yapmadım. O Zamanki Hükümet Bana Telefon Etti Ve AİHM İçin Üç Tane Aday Göstereceğiz. Bunlardan Bir Tanesi Siz Olurmusunuz Dedi. Memnuniyetle Olurum Dedim Ama Bir Şartla; Birinci Aday Olursam. Çünkü Birinci Aday Kim Olursa Orası Bunu Seçer. AİHM Böyle Bir Geleneği Vardır. Hay Hay Dediler Ve Beni Birinci Aday Gösterdiler. Ama Bu Daha Sonra Değişti. Allah Rahmet Eylesin Nihat Erim Beyi Birinci Aday Gösterdiler. Bana Da Telefon Ettiler. Nihat Beyi Birinci Aday Seçiyoruz. Siz İkinci Aday Olması Tercih Eder Misiniz? Dediler. Nihat Beyin Yerine Başka Birisi Olsaydı İkinci Aday Olmayı Tercih Etmezdim. Nihat Bey Kişiliği İtibariyle, Bilgisi İtibariyle Çok Saygı Duyduğum Bir İnsandı. Bu İtibarla Nihat Beyin Altında Olmak Benim İçin Hiçbir Mahsur Teşkil Etmiyordu. Gelin Görün Ki Seçimde Orada Parlamento Seçer Ben Seçildim. İkinci Aday Olmama Rağmen. Bunu Nihat Beyin Seçim Kabiliyetinin Olmadığı Şekilde Mütalaa Etmemek Lazım. Bunun Başlıca Sebebi Şuydu: Nihat Bey Askeri Hükümet Zamanında Başbakanlık Yapmıştı. Askeri Hükümetler; Demokratik Düzenle Pek Fazla Bağdaşmaz. Öğle Bir Rejimin Başbakanı Olması İtibariyle Ben AİHM Hâkimliğine Seçilmiş Oldum. Bana Katkısı İnsan Haklarını Daha Yakından Tanımış Oldum. Formasyonuma Etkisi Oldu. Kişisel İlişkilerim Oldu Ve Bu İlişkiler Hala Devam Eder. Yani Hala Senede Bir Veya İki AİHM Eski Üyeleri İle Toplanıp Yemek Yeriz. Bazı Meseleleri Tartışırız. Sosyal Yönden De Bana Faydası Oldu.

Hasan: Avrupa Birliğine Tam Üyelik Başvurusu Yaparkenki Duygu Düşünceleriniz Neydi, Türkiye Avrupa Birliğine Girmeli Gibi Bir Düşünceniz Var Mıydı?

Ali Bozer:
1980 Askeri İhtilali Dolayısıyla Türkiye İle Avrupa Ülkeleri Arasındaki İlişkiler Tamamen Durmuştu. 1983 Te Seçimlerle Meclise Girdiğimiz Zaman Manzara Bu İdi. Biz 14 Nisan 1987 De Müracaat Yaptık. 87 Ye Kadar Bizim İlişkilerimiz Çok Kötü İdi. Hatta Bizim Büyükelçimizi Avrupa Birliğindeki Bir Şube Müdürü Kabul Etmiyor, Randevu Vermiyordu. Biz 87 De Bu Müracaatı Yaparken Bir Şok Tesiri Yarattık. Bunda Maksadımız Vardı: Birincisi Ortak İlişkilerimiz Geliştirmek (Donmuş Olan İlişkilere Canlılık Vermek),İkincisi De Avrupa Birliğine Tam Üyelik Zamanında Tasarruf Etmek. Nitekim Bizim Başvurumuz Konseyden Geçtikten Sonra; Rahmetli Özal’ın Bir Konuşması Vardı. Bu Konuşma Takibe Dikkattir: ‘Önümüzde Uzun Ve Engebeli Bir Yol Vardır. Çok Kötü Şeylerde İşiteceksiniz. Sakın Moralinizi Bozmayın’ Demişti. Biz Başvuruda Bulunduğumuz Zaman Üyeliğe Adaylık Sürecinin Çok Uzun Zaman Devam Edeceğini Biliyorduk. Tabi Müracaat’tan Evvel Bütün Üye Ülkelerle Temaslarda Bulundum. Maksadımızı Anlatmaya, Neler İstediğimizi Söylemeye Çalıştım. Ve Oralardan Edindiğim İzlenimle Üyeliğin Gerçekleşmeyeceği Kaidesi İçerisindeyim. Ama Biz Bir Medeniyet İfadesi Olduğu İçin O Birliğin İçinde Olmayı Tercih Ettik. Şimdiki Düşüncem Avrupa Birliği İle İlişkilerimiz Çok İyi Gitmiyor. Hep Böyle Olmuştur. Hep Engebeli Olmuştur. Bizi Esas Üzen Bir Hususta Avrupa Birliği Bizi Rencide Eder Bir Tutuma Girmiştir. Bunu Bizim Hiçbir Zaman Kabul Edemeyeceğimizi İfade Etmek İsterim. Biz Kendi Açımızdan İlişkilerimiz Dondurmayız Ancak Kişiliğimizi Muhafaza Ederiz. Bizler Konuya Vakıf, Onurlu, Üyeliğin Gerçekleşmesi İçin Çaba Ederiz. Avrupa Ülkeleri Maalesef Hukukun Üstünlüğü İlkesini İhlal Etmiştir. Bunun En Tipik Örneği Fransadaki Referandum Meselesidir. Biz Müzakereleri Olumlu Dahi Sonuçlandırsak Fransada Bizim Üyeliğimiz İçin Referandum Yapılacaktır. Ve Bu Avrupa Birliğine Yakıştıramadığım Bir Engelleme Politikasıdır.

Hasan:1990 Yılında Körfez Savaşı Çıktığında Dışişleri Bakanı İdiniz. Ve Bu Savaştan Sonra Kendi İsteğinizle Siyasetten Ayrıldınız. Körfez Savaşı Ve O Zamanın Türkiyesi İle İlgili Düşünceleriniz Ne İdi?

Ali BOZER:
Körfez Savaşında Bir Kriz Komitesi Kuruldu. Cumhurbaşkanlığı Başkanlığında. Çok Çeşitli Fikirler Vardı Parti İçinde. Asıl Mesele Şu İdi: Ben Prensip Meselesi Olarak Körfez Savaşına Katılma Taraftarı Değildim. Neden Taraftarı Değildim? Ne Kazanacaktık? Tersine Kaybımız Çok Büyük Olacaktı. Gap Projesi Gerçekleşme Safhasında. Füzelerin Menzilleri Çok Uzun. Ankara’yı Buluyordu Füzeler. Bizim Aldığımız Duyumlar Böyle İdi. Bir Kaç Füze İsabeti Bizim Bütün Projelerimizi Batırabilirdi. Olur, Muydu, Olmaz Mıydı? Onu Bilemezdik. Peki, Bu Savaşa Girdikten Sonra Ne Elde Edecektik. Bize O Zamanlar Çok Paralar Vaat Edilmişti. Hiç Biri Verilmedi. O İtibarla Kriz Komitesinde Hep Bu Görüşü Savundum. Ve Özal Allah Rahmet Eylesin Benden Yetki İstedi. Herhangi Bir Olay Olursa Derhal Müdahale Etme Yetkisini İstedi Benden. Ve Ben Buna Da Karşı İdim. Son Zamana Kadar. Çünkü Bu Durumları Ülkenin Çıkarına Uygun Görmüyordum. Şunun İçin Uygun Görmüyordum: Kimle Müzakere Ediyor ÖZAL? Baba Bush İle… Öğle Tekliflerle Karşı Karşıya Kalabilirki Onu Diplomatik Yolla Red Etmek İmkânını Kaybeder. Bu Durumlar İtibariyle Ben Yetki Verilmesine Çok Sıcak Bakmadım. Çeşitli Vesilelerle Bunlar Tartışıldı Ve Meclisin Birinci Oturumunda Karara Bağlanamadı. En Son Özal La Aramızda Bu Konunun Artık Karara Bağlanması İçin Bazı Konuşmalar Geçti Aramızda. Ve Ben Konunun Kabul Edilmesi İçin Takdimimi Mecliste Yaptım. Herhalde Çok İsteksiz Bir Takdim Di Ki Muhalefette Bunu Anladı Dışişleri Bakanının Halinden Bu Konuya Müspet Bakmadığı Anlaşılıyor Dedi. Ben Görevimi Yerime Getiriyordum Ama İçimde Buna Pek Razı Değildi. İlk Seferde Bu Yetkiyi Çıkaramadık Meclisten İkinci Seferde Çıktı. Fakat Şükürler Olsun Ki Müdahalede Olmadı. Ama Benim Tercihim Türkiyeyi Bir Askeri Müdahalenin Dışında Tutmak İdi.

Hasan: Biz Gençlere Söylemek İstedikleriniz Nelerdir?

Ali Bozer:
Öncelikle Bu Nesil Gençlik Fevkalade Yetenekli. Bu Sebeple Hiçbir Kimseden Kendinizi Aşağı Görmeyin. Çünkü Siz Her Şeye Layık Allah Vergisi Zekâya Sahip Kişiliklersiniz. Ama Bu Ham Dır. Bunun Yontulması Lazım. Bunun İçinde Okumak, Çalışmak, Seyahat Etmek, Çeşitli Sosyal Faaliyetlerde Bulunmak Gerekir. Ama Çalışma Derken: Mutlaka İki Yabancı Dil Bilmekten Bahsediyorum. Memleket Sevgisi Sizin Yetişmiş Olmanıza Bağlıdır. Artık Savaşlarla Vesaire Memleket Sevgisini İspatlamanın Zamanı Geçti. Büyük Bir Rekabet Ve Küreselleşme İçerisindeyiz. Ülkesine En İyi Hizmeti Yapacak Kimseler ‘Yetişmiş Kimselerdir’

Hasan: Gençlerin Siyasete Atılmasını Teşvik Eder Misiniz?

Ali Bozer:
Benim Felsefem İnsanın Öncelikle Kendi Mesleğinde Yetişmesidir. Bu Safhayı İdrak Ettikten Sonra Siyaset Düşünülür. O Zaman Siyaset Kanalı İle Ülkeye Daha Büyük Hizmet Yapılmış Olur.

Hasan: İnsan Gençlik Yıllarında Kendine Ne Gibi Bir Sermaye Koymalı Ki İleriki Yaşantısı Kolaylaşsın?

Ali Bozer:
Çalışmak. Günü Gününe Çalışmak. Sermaye Para Değildir. Sermaye Bilgidir, Zekâdır, Akıldır, Metot Dur. İşte Bunlar Sizin En Büyük Sermayeniz Olur. Bu Lisede Öğrenilmez. İlkokuldan Başlar. Bu Tüm Hayat Boyunca Öğrenilir. Yaşamınızın Her Aşamasında Bu Bilgi, Çalışma Ve Metotlara Önem Vermeniz Gerekmektedir.

Hasan: Son Olarak Eklemek İstediğiniz Bir Şeyler Var Mı?

Ali Bozer:
Tüm Mimar Kemallilere Başarılar, Sağlıklı Mutlu Günler, İyi Bir Yaşam Dilemek İstiyorum.

Hasan: Sizi Okulumuza Davet Ediyoruz…
Bize Kıymetli Vaktinizi Ayırdığınız İçin Teşekkür Ederiz…
.

Thursday, April 26, 2007

Güldal Demirel Akşit, Mimar Kemal Lisesinin 1973-1975 yılları öğrencisi.



GÜLDAL AKŞİT İLE RÖPORTAJ

Sizin döneminizdeki Ankara Kocatepe Mimar Kemal Lisesinden söz eder misiniz?Unutamadığınız anılarınız nelerdir?

-Kocatepe Mimar Kemal Lisesi lise olduktan sonraki ilk giren öğrenciler bizlerdik. Bu bizim için oldukça önemli bir durumdu. Mimar Kemal Lisesi'nin verdiği eğitimin ne kadar güzel olduğu şuan ki bulunduğum makamın derecesinden de anlaşılıyor. Bugün bile okulun önünden geçerken hala benim okulum diye söz ediyorum,Mimar Kemallileri gerçekten çok özlüyorum.

Sizin döneminizde okuldaki disiplin şekli nasıldı?Bundan memnun muydunuz?

-Bizim dönemimizde oldukça katı bir disiplin şekli vardı. Okulun kapısında eli sopalı idareciler dikilir ve her gün kılık kıyafet kontrolü yapılırdı. Saçlarımız örgülü,eteklerimiz uzun olmak zorundaydı. Ayrıca herkes yakalık takmak zorundaydı. Tabi ki gençliğin getirdiği bazı hevesler nedeniyle bizim bunlara karşı uyguladığımız bazı yöntemler vardı. Mesela o dönemde çıtçıtlı etekler vardı,onlardan alırdık. Bütün bunlar bir yana disiplin gerçekten başarıyı destekleyen en önemli unsurlardandır.

Okuldaki eğitim şekli nasıldı?Buna disiplinin de katkısı var mıydı?

-Biraz öncede söylediğim gibi,eğitim şekli oldukça güzeldi. Ayrıca burada okulun ilk öğrencileri olmamızın da büyük katkısı vardı. Başı boşluk gençlik için mutsuzluk getirir,bu nedenle de disiplin oldukça önemlidir.

Azimli bir öğrenci miydiniz?O dönemdeki hedeflerinize şuan ulaşabildiğinize inanıyor musunuz?

-Başarılı olmak için hırs gereklidir. Ben prensipleri olan bir öğrenciydim. B ütün bunların sayesinde de hayatımın her döneminde başarıya ulaştığımı düşünüyorum.

Hukuk fakültesi okumak sizin ilk hedefiniz miydi?

-O dönemde beğenerek izlediğim “Söz Savunmanın “adlı dizideki Petroçelli gibi bir avukat olmak benim en büyük idealimdi. Avukat olma fikrine bu diziyi izlemeye başladığım zaman ulaştım. Avukat olmak benim ilk hedefimdi.

-Lise 1 ve Lise 2. sınıfı Mimar Kemal Lisesi'nde okudunuz. Fakat babanızın Urfa'ya vali olarak atanmasından dolayı buradan ayrılarak Urfa Lisesine gittiniz, bu durum sizi nasıl etkiledi?

-Babamın mesleğinden dolayı tayini çıkması üzerine Mimar Kemal Lisesinden ayrılmak zorunda kaldım. Tabi ki Urfa 'da şartlar daha farklıydı. Orada herkesin kızlara bakış açısı çok farklıyı. Kızlar üzerinde bir baskı vardı. Mimar Kemal Lisesinin bulunduğu yer merkezi olduğu için burada ki bakış açısı daha olumluydu. Urfa'da o dönem kızların okutulmasına olumlu bakmadıkları için sınıfta sadece üç kızdık. Birinin babası hakim,ötekinin de oranın ileri gelen ailelerinden birinin kızıydı. Burada da çok güzel anılarım oldu.

Eğer iki okulunuzu karşılaştırmak durumunda kalsaydınız, hangisinin başarınıza daha çok katkısı olduğunu söylerdiniz?

-Ben Urfa Lisesi'ni birincilikle bitirdim. Burada ki başarıma Mimar Kemal Lisesi'nin katkısı oldukça büyüktür. Burada aldığım eğitim ve disiplin sayesinde Urfa Lisesi'nde büyük başarı elde ettim. Urfa 'da ki yaşantım da unutamadığım anılarımdan bir tanesi; üniversite sınavı olduğu gün babamla birlikte giderken birden yanımızda bir araba durdu. Arkadaşlarım bana dönerek “Bacım Bacım biz sana çok güveniyoruz,sen bunu başarırsın,sana inanıyoruz”dediler. Orada kızlara bakış açılarından sonra Urfa'dan arkadaşlarımın bana bunu söylemeleri beni çok etkiledi.

O zaman ki üniversite sınav sistemi nasıldı?

-Ben o zaman sizlerden daha şanslı olduğumu düşünüyorum. O dönemde puanımızın tuttuğu yerlere ön kayıt yaptırarak girebiliyorduk,oldukça da zordu tabi ki. Fakat ben lise birincisi olduğum için belli bir kontenjandan girebiliyordum. Hukuk fakültesi okumak o zamana kadar tek hedefimdi. Fakat o dönemde tıp okumayı da çok istemiştim,girdiğim sınavdan sonra kontenjan kaldırılmıştı, bu beni zor durumda bıraktı ve çok üzdü. Bu nedenle Hacettepe Üniversitesi İlahi Bilimler Fakültesini okumaya başladım. Fakat idealimden vazgeçmedim. Burada okurken sınavlara girmeye devam ettim. İstanbul Üniversitesi Hukuk fakültesini kazandım. Hacettepe Üniversitesi İlahi Bilimler Fakültesinde hazırlık ve birinci sınıfı okuduktan sonra bırakıp ,İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesine başladım. Burada azmimin ve belirlediğim hedefin önemi oldukça büyüktür. Sizlere bir tavsiyem;kesinlikle hukuk okuyun. Her türlü meslekte başarılı olmanıza katkısı büyüktür.

Sizce şu an ki eğitim sistemi nasıl , bu konuda neler düşünüyorsunuz?

-Şuan ki eğitim sistemi öğrencilerin üzerine bir anda yüklenildiği bir dönem. Bence kişilerin yeteneklerine göre özele kayarak, mesleki alanda bir eğitime daha çok önem verilmelidir. Ayrıca kişilerin becerilerine göre bölümler açıp bu alanlarda da başarılı olmaları sağlanmalıdır.

HAZIRLAYANLAR:
Mimar Kemal Lisesi, YD 10 MAT B sınıfından;
Aylin Yılmaz
Yasemin Ölmez
Cansu Balkan

Monday, April 9, 2007

mimar kemal lisesi öğrencileri cansu gürkan ve hazal ertürk' ün ragıp buluç röportajı.



A.Ragıp Buluç:

1940 yılında Amerika’da doğdu.Odtü Mimarlık Fakültesinde lisans öğrenimini 1964’te bitirdi.Yüksek lisansını da aynı üniversitede 1967’de tamamladı.1972 yılına kadar Devlet Planlama Teşkilatı’nda uzman olarak görev yaptı.Bu tarihten itibaren serbest olarak çalışmaktadır.Yurt içi ve yurt dışında bir çok ödül aldı.
Ragıp Buluç Ödüller:
1.lik ödülü: Expo ‘ 70 Dünya Fuarı Türk Pavyonu Osaka/JAPONYA
1.lik ödülü: Abdi İpekçi Spor Salonu,İstanbul-1989
2.lik ödülü: MİT Konut ve Sosyal Tesisleri,Ankara
1.lik ödülü:Anayasa Mahkemesi,Ankara-1983
3.lük ödülü:Merkez Bankası Şube Binası, İzmit-1983
1.lik Ödülü: Expo ‘ 85 Dünya Fuarı türk Pavyonu,Tsukuba/JAPONYA
1.lik ödülü: Atakule Alışveriş Merkezi, Ankara-1989
2. Ulusal Mimarlık Ödülü Yapı Dalı Başarı Ödülü:Atakule Alışveriş Merkezi Ankara-1990
Prefabrik Birliği Ödülü:Abdi İpekçi Spor Salonu,İstanbul-1990
1.lik Ödülü:Alma Ata Oteli,Kazakistan-1993
1998 Expo ’98 Türk Pavyonu,Lizban/Portekiz
1997-99 Aker Tatil Köyü,Bodrum/MUĞLA
1998-1999 Gemi Trafik Gözetleme İstasyonu Radar Kuleleri ve Kontrol Merkezi,İstanbul ve Çanakkale
1999 Oktay Serici evi,Ümitköy-ANKARA
2002 Cumhuriyet Kulesi,Keçiören/ANKARA
Ayrıca yurtiçi ve yurtdışı 130 adet çeşitli tasarımlaraimzasını atmıştı.


RÖPORTAJ:

-Mimar Kemal İlköğretim’de kaç yılları arasında okudunuz?
1946-1951
-Okulumuzun size ne gibi katkıları oldu?
Özellikle Şahsenem Hanım bize çok büyük cesaret verdi.Bizi her zaman blginin ışığında yetiştirdi.Ve tabi Mimar Kemal’in güçlü eğitim kadrosuyla herşeyin n iyisini yapmaya çalıştık.
-İlk okuldan sonra hangi okullarda okudunuz?
Mimar Kemal İlköğretimi bitirdikten sonra Atatürk Lisesi’nde öğrenim gördüm.Daha sonra 1 yıl Robert Koleji’nde okudum.Üniversiteyi ODTÜ de mimarlık okuyarak bitiridim.
-Mimarlığın sizin iin önemi nedir?
Öimarlığı benim için diğer mesleklerden ayırtan herşeye sıfırdan başlama oldu.Bir işe başlarken insanlara nasıl daha güzel şeyler sunabilirim diye başlıyorsunuz.Yeni yaşam biçimlerri yeni alışkanlıklar haline geline güzeli ve doğruyu,alışılmışlıktan rasgelellikten ayırıp korumak ve tüketücinin hizmetine sunmak ve onu kimlikleştirmek,mimarlığın sorumluluğudur. Bu benim için çok önemli.
-Ankara’nın en görkemli yapıtlarından olan Atakule’yi siz yaptınız.Neler söyliyeceksiniz?
Atakule’deki yapmak istediğim ölçülemeyen değerleri ölçülebilen değerlerle karıştırmamak lazım.Nerede tradisyon diyorlar.Bugün ben bir Selçuklu giriş kapısıyla paralellikler kuruyorum. O bilerek yaptığım bir şeydi.Ama Selçuklu portalinin civarında taşlar vardı.
Bir yapıya nereden girileceğini keşfetmiyorsunuz,koskocaman,sunan bir yapı var.Belki bu gözle görmenizi isterim yapımı.Elle tutulamayan değerleri sağlamaya çalıştım.Ve bunda da hiç korkmayacağım.
Bir yapının hangi tarihte yapıldığı belli olmalı.Türkiye’de öyle yapılar var ki;1700 de mi yapılmış,1990 da mı yapılmış belli değil.
-Yeni projeleriniz var mı?
Elbette.Keçiören’de Cumhuriyet kulesi adında yeni bir kule yapacağız.

www.ragipbuluc.com

prof. dr. mehmet zaman saçlıoğlu, ankara yenişehir mimar kemal ilkokulu 1966.


Prof. Dr. mehmet Zaman Saçlıoğlu.



YARININ RENGİ




1963 yılında Kızılay Selanik Caddesi’ndeki evimize taşındığımızda babam ve annem, hemen yakınımızda yan yana duran iki güzel okul binasından soldakini göstererek, ilkokula burada devam edeceğimi söylemişlerdi. Annemin ara sıra eşe dosta dikiş dikerek desteklediği babamın maaşıyla, dişten tırnaktan artırarak almışlardı taşındığımız evi. Kızılay’a gelmeden önce Bahçelievler Özel Gönen İlkokulu’nda üçüncü sınıftaydım; ama yaşım küçüktü. Devlet okuluna geçerken bir sınıf düşürüldüm. O yıl Mimar Kemal İlkokulu’na, Mualla Yolaç öğretmenin ikinci sınıfından başladım. Üstünden kırk dört yıl geçmiş olan o günlerin tamamını anımsayabilseydim keşke…
Okulda katıldığım ilk oyunun adı, belleğimin karanlık bölgesinde; ama bu oyunda bana yapılan bir jesti çok iyi anımsıyorum. Teneffüse çıkmıştık. Siyah okul önlüklerimizin bellerinde önlükle aynı kumaştan yapılmış, arkadan bağlanmış kuşaklarımız vardı. Birbirimizin ardına sıralanır, bu kuşakların uçlarından tutup uzun bir tırtıl gibi dalgalanarak bahçe boyunca koştururduk. O ilk teneffüste, belki de sınıfa yeni katılmış birinin uyumunu kolaylaştırmak için öğretmenimiz ya da onun yönlendirmesiyle sınıf mümessili beni tırtılbaşı yapmıştı. Yirmiden çok çocuk arkama takılmış, birbirimizin kuşaklarını sımsıkı yakalamış koşuşturuyorduk. Kaç dakika sürdü bilmiyorum, ama belleğimde fotoğraf kareleri gibi yer etmiş.
Sınıf mümessilimiz galiba Gül’dü. Babası, biz beşinci sınıfa geldiğimizde, okul öğrencilerine ücretsiz mandolin dersleri vermişti. Teyzemin çatlak mandolinini tamir etmiş, yeni teller takmıştım; ama seste hep bir cızırdama vardı. Bu çatlak mandolinle epeyce ilerletmiştim çalmayı. Gitara terfi edemediğimden orada kaldı bu heves.
Evimizin salonundan, karşıda, uzaklarda Elmadağ, yan odalardan Anıtkabir görülürdü. Hangi yıllarda tam anımsayamasam da, en çok 1968 yılına kadar olan süre içinde, yani beş yılda, çevremizde biten yeni yapıların arkasında görünmez oldular. O yıllarda Türkiye’nin en yüksek binası olan Kızılay’daki gökdelenin kat kat yükselmesini, bir çocuğun büyümesini izler gibi izledim; duracağı zamanı merak ederek. Bittiğinde en üste birkaç direk dikildi. Biri paratonerdi sanırım. Paratonerin yaklaşık beş yüz metre çapında bir yıldırım çekme alanı olduğunu duymuştum. Evimizin bu alanın içine girip girmediğini merak ediyordum. Geceleri odamın penceresinden gözümü diker, uzaklığı tahmin etmeye çalışırdım. Böyle bir uzaklığın kesin olarak nasıl ölçülebileceği konusunda hiçbir yöntem bilmiyordum tabii. Ben bu ölçümü yapamazken, Amerikalılar Ay’ın Dünya’ya uzaklığını gitmeden ölçmüşler, 1969 yılında Apollo 11 aracının indiği noktayla karşılaştırıldığında yalnızca birkaç metre hata yapmışlardı.
Gökdelenin üstündeki ikinci direk bir ışık direğiydi. Her gece farklı renkte ışık yanmasının nedenini önceleri anlamamıştık. Öğrendiğimizde, kış gecelerinde, kırmızı yanması için dua eder olduk. Eminim, penceresi gökdelene bakan her çocuk, o yıllarda, kırmızı ışığın yandığı gecelerde sabahı merak ederek, en güzel düşler içinde uyumuştur. Kırmızı, ertesi günün karlı olacağını gösteriyordu; sarı sis, yeşil yağmur, mavi güneşli hava demekti. Kar yağdıysa, hele o yıllarda her kış en az birkaç kez olduğu gibi, ısı eksi on beş derecenin altına düştüyse, okullar tatil olacak, tüm çocuklar bahçeleri, sokakları dolduracaktı. O karlı günlerde, zaten toplasanız Ankara’da birkaç yüzü geçmeyecek otomobillerin hiçbiri yollara çıkmayacak, Tahta kızaklarına ya da kayabilecek ne bulurlarsa onlara binen çocuklar, şimdiki Kocatepe Camii’nden Kızılırmak’a; Kızılırmak’tan Meşrutiyet’i geçip Selanik’ten aşağıya, ta Sakarya’ya kadar tek bir otomobile rastlamadan kayacaklardı. Saçakların altından geçerken dikkatli olunacaktı, uzun buz sarkıtları düşebilir diye. O karlı gecelerde Ankara iyice sessizleşecek, bozacının sesi, çocuklarıyla birlikte lapa lapa yağan karda kartopu oynamaya inmiş büyüklerin sesine karışacaktı. Yün paltoların, eldivenlerin üstünde biriken karı temizlemek, annelerle çocuklar arasında hep tartışma konusu olacaktı. Üşüyüp sızlamaya başlayan ellerin karıncalanması, soğuktan alev alev yanması çocukları acıdan ağlatsa da kardan asla koparamayacaktı.
Gökdelen bittiğinde, alt katlarında Gima açıldı. Gima’nın yürüyen merdivenleri, o yılların çocuklarına anneleriyle birlikte alışverişe gitme zevkini aşıladı. Çünkü küçük çocukları tek başlarına Gima’ya almıyorlardı, yürüyen merdivenleri oyun haline getirmesinler diye. Büyüklerle birlikte her gidişte en azından birkaç kez inip çıkmak büyük bir mutluluktu. Luna park gibiydi çocuklar için, yürüyen merdivenler. Gima’nın olduğu katların dış duvarına iki bronz kabartma koyuldu daha sonra. Bunların ne olduğu o günlerde epeyce tartışıldı kamuoyunda. Biçimlerden biri Türkiye haritasına benziyordu ama gerçekte neydi? Soyut sanat o kadar uzaktı ki hepimize, bir şeye benzetmeye çalışıyorduk mutlaka. Anlaşılmasa da, önemli bir heykelcinin heykeliymiş denilerek saygı duyulan bu bronzlar, daha sonra anlamadıklarını yok eden birileri tarafından söküldü, kaybolup gitti. Oysa o heykeller, 1961 yılında Paris Genç Sanatçılar Bienalinde birincilik ödülünü almış bir heykelcimizin, Kuzgun Acar’ındı ve sanatsal açıdan, üstünde yer aldığı binadan daha değerliydi aslında.
Mimar Kemal İlkokulu benim sevgili ilkokulumdu. İkinci dersin teneffüsünde süt tozundan yapılma süt verilirdi. Her gün bir öğrencinin annesi evde poğaça, börek gibi bir şeyler hazırlar o teneffüste okula getirirdi. Beslenme saatinde hepimiz aynı şeyleri yerdik. Eşitlik duygusu biz çocuklar arasında kutsal bir duyguydu. Büyükler için de, çocuklar için de, paradan söz etmek ayıptı, kimse parasıyla, zenginliğiyle övünmezdi. Anneler, getirecekleri yiyeceklerin bir başka çocuğun getiremeyeceği bir yiyecek olmamasına çalışırlardı. Alçakgönüllülüğü öylesine özümsemiştik ki, yıllar yıllar sonra, televizyon kanallarının “en büyük biziz”, politikacıların, “en önemli, en başarılı biziz” türünden sözlerle kendileriyle övünmelerini ayıplamıştık. Şimdi övünme doğal bir tanıtım biçimi oldu, ama o yıllarda Mimar Kemal’de okuyan birçoğumuz hâlâ övünmeyi ayıp sayıyor.
İlk kez bir kızla el ele tutuştuğum, kalbimin göğsümden fırlayacağını sandığım yer de Mimar Kemal’in bahçesi olmuştu. O yıl, rond denilen bir dans yapacaktık bayramlardan birinde. Tüm sınıf bahçede kızlı erkekli eşleşip yürüyor, kendi çevremizde dönüyor, el ele tutuşup çeşitli figürler yapıyorduk. Son provalara bir akordeoncu da gelmiş, gösteriye müzikle hazırlamıştı bizi. İşte bu rond sırasında, sınıfın en güzel kızlarından biri benim eşim olmuştu. Ellerini tuttuğumda ne kadar heyecanlanmıştım…
Sonra hayat hızla aktı, geçti. Ortaokul’da Ankara Koleji’ne gönderdi babam beni, yabancı dil öğreneyim diye. İstanbul’da, güzel sanatlarda okudum, orada, tekstil bölümünde öğretim üyesi kaldım; evlendim, çocuğum oldu, herkes gibi soluk aldım, uyudum, uyandım. Bir yandan tekstil desenleri yaptım, bir yandan bunların nasıl yapılacağını öğrencilerime öğrettim. Ama bu mesleğimin yanında, 13 yaşımdan beri birlikte olduğum bir başka sevgilim de var. Edebiyat onun adı... Edebiyat ile başka yaşamlara, dünyaya, duygulara, düşüncelere yeni gözlerle bakabildim, kendimi daha insan hissettim. Anılarım bile edebiyat sayesinde anlam kazandı. Edebiyat güzel sanatlar alanımı, güzel sanatlar alanındaki çalışmalarım ise edebiyat alanımı destekledi.
Babam, bilim adamı olmamı çok isterdi. Bilim adamı ol da istersen örümcek bacaklarını incele, derdi. Sanatı pek bilmediğindendi belki, belki de bilimi çok önemsediğinden. Ben de şunu anladım ki, bilim adamı, ya da sanatçı olmak başka mesleklerde çalışmaya benzemiyor. Bilimi ve sanatı meslek olarak seçenler, belki çok zengin olmuyorlar, ama mutlu oluyorlar. Çünkü ilgi alanları aynı zamanda meslekleri oluyor. Bilim ve sanat, insanlığa yararlı bir şeyler yapmanın mutluluğunu duyuran uğraşlar. Soluk almak gibi, kalbin çarpması gibi sizin olan, onlarsız yapamayacağınız uğraşlar. Öyle oldukları için bilimcinin ve sanatçının emekliliği de olmuyor. Bilimi ve sanatı kimse insanın elinden alamıyor ölümden başka. Bir sanatçı ölse de sanat, başka sanatçılarca; bir bilimci ölse de bilim, başka bilimcilerce sürüp gidiyor, kutsanmış, tanrısal uğraşlar olarak ve insana insan olmayı öğreterek…
Çocukluğumda ertesi günün nasıl olacağını gösteren gökdelenin ışıkları artık yok, ama bana güzeli ve yararlıyı gösteren, yarınımın hangi hava olursa olsun umut içinde aydınlanmasını sağlayan başka bir ışık, edebiyat ve sanat var yaşamımda…




Mehmet Zaman Saçlıoğlu





Thursday, April 5, 2007

Doçent Doktor Serdar Han, Mimar Kemal Lisesi 1987.

MİMAR KEMAL LİSELİ OLMAK


İlk ve Ortaokulu bitirdiksen sonra iy bir lise arayışı içinde iken Mimar Kemal Lisesi nin Ankara’ nın en iyi okullarından biri olduğunu zaten biliyorduk bu dönemde de öğrenmiş olduk. Okul hakkında söylenenler çok olumluydu. Bence en önemlisi olan oradan mezun olanların üniversite de iyi bir yer kazanıp hayata atılamaları idi. Bu heyacanla okul kayıt zamanının açılması ile Mimar Kemal Lisesine gittim. Okul kayıt için gerekenlere bakarken benim mezun olduğum okulu almadıklarını fark ettim. Bu durum beni çok üzmüştü sanki geleceğim için ümit ettiğim şeyler dağılmıştı. Dip not olarak ek kontenjandan bahsediyordu. Eğer kayıt yaptıran az olursa dışarıdan öğrenci alacaklardı. Bu bir nebze olsun rahatlattı ama ben hemen Mimar kemal Lisesine kayıt olup yrimin sağlam olmasını istiyordum. Evde aileme anlattığımda bana başka uygun liseye gitmemi söylediler. Ama ben okulumun havasını ve ve bana verdiği güven duygusunu almış olacağım ki ek kontenjanları bekledim. İlk gün ilk sırada velim büyük amcamla Mimar Kemal Lisesindeydim. Çok mutluydum kaydımı yaptırdım. Kendimi okullar içinde en iyisinde olduğumu düşünerek eve gittim. Kendim Seyranbağlarında otururken oraya gitmem çevremde de önemli etki yaptı. İyi bir öğrenciydim ve çevrem tarafından da iyi bilinen bir okula gidince kendimi Fen Lisesi veya Anadolu Liselerinden birine girmişim gibi hissettim.
Okul yıllarım eğitim ve arakadaşlar bakımından çok güzel geçti. Öğretmenlerimizde bizimle aynı heyecanı paylaşıyordu. Hepimizin iyi bir yerlerde olacağını biliyorlardı. Özel bir eğitim alıyor gibidiydik. Konular titizlikle işleniyordu. Okulumuzun diğer okullar arasında iyi bir yerinin olduğunu ve bunun bizimde devam ettirmemiz gerektiğini defalarca vurgulanıyordu. Liseyi bitirmenin tek başına anlamı olmayacağı bunu üniversite ile süslememiz gerektiğini her defasında vurgulayıp bizi motive ediyorlardı. Bize yavaş yavaş Mimar Kemal’ lilik ruhu veriyorlardı. Üç sene kısa sürede ve mutlu bir okul ortamında geçti. Sınavlar sonucunda da baştaki hedefler tutturulmuş. Birçok arkadaşımız üniversiteye girmiş. Gene azınsanmayacak kadar arkadaşımızda derece yapmıştı. Bu başarı hepimizi gururlandırmış. Hepimizi birbirimize daha da bağlamıştı.
Üniversite yılları birbirimizi koparmamıştı hatta daha da yakınlaştırmıştı. Kazandığımız okullarda Mimar Kemal’ liler grubu oluşturmuştuk. Klasikleşmiş okullar gibi birbirimizi tutuyor sahipleniyorduk. Bizde Mimar Kemal’ lilik ruhu oluşmuştu. Herkes kendi sınıfları ölçüsünde belirli zamanlarda toplanarak birbirimizin gelişimini ve değişimini izledi. Bizden sonraki sınıfların başarılarını takip ettik ve hep gurur duyduk.
Aradan uzun yıllar geçmesine rağmen halen en iyi dostlarım Mimar kemal Lise’sinde ki arkadaşlarımdır. Göz aşinası olduğum ilk kişi ile neredn tanışıyoruz diye soruya başladığımda ilk olarak Mimar kemal Lisesi mi? diyorum. Hayatım boyunca Mimar Kemal Lisesini ağızım dolu dolu, yüreğimi kabartarak söyledim. Söylemeye de devam edeceğim.

Doç.Dr.Serdar HAN
Göğüs Cerrahisi Uzmanı
Ankara Güven Hastanesi

Seyhan Livaneli, Ankara Mimar kemal ilkokulu 1959.

Seyhan Livaneli, Ankara Mimar Kemal İlkokulu.

SANAT

Dilin nasıl doğduğunu bilmediğimiz gibi, sanatın da nasıl doğduğunu bilmesek bile sanatın ilk çağlardan beri insan yaşamında var olduğunu söyleyebiliriz. Sanat deyince büyük ölçüde içinde bilgi yer alan ve farklılaşıp özgünleşerek, kendine ait yarattığı alan içinde varlığını sürdüren, asıl işlevi ne olursa olsun kendine ait biçimsel estetiği taşıyan üretimler olarak düşünebiliriz.
İlkel çağlarda insanlar, imgeleri bakılacak güzel şeyler olarak değil de kullanılacak güç nesneleri olarak gördükleri bir yaşam içindeydiler. Tarihsel yolculuğunda insanoğlu nesnelere, giderek kendi dünyasında başka gözlerle bakmaya çalışmış, onları kendi dinamiklerinde değiştirmeyi, farklılaştırmayı öğrenmiş; dünyayı, katı gerçekliği algılamada salt bir yolun olmadığını, akılsal algılama yanında düşsel, tinsel algılamaya da sahip olduğunu anlamaya başlamıştır. Bu anlayış ve yaklaşım, tarihin evrelerinde farklı doz ve seviyelerde, farklı biçim ve şekillerde insan yaşamında hep var olmuştur.
Sanayi devriminin ardından bilim-teknikte yaşanan büyük gelişmeler, toplumsal yaşam üzerindeki ağırlığını belirgin ve yaygın bir biçimde hissettirmeye başlamış, makineler ve teknoloji ürünü bir çok cihaz, insanlar üzerinde belirgin bir etkinlik kurmuş ve onları yönlendirmeye başlamıştır. Özellikle 2. Dünya savaşını izleyen dönemlerden sonra giderek yoğunlaşan kitle iletişim araçlarında yaşanan ilerleme ve çeşitlilik, bu gelişimle ortaya çıkan yeni yaşam biçimi toplumsal yaşamda büyük değişimlere yol açmıştır. “Bu kitle toplumu içinde yaşayan bireyler ( ve tabii bizler), artık çok yakından ve bizzat günlük yaşantımızdan da bildiğimiz gibi, uzaya atılan her haberleşme uydusuyla biraz daha kolay ve sorunsuz yönlendirilir (manipule edilir) konuma gelirken, devreye giren her yeni bir televizyon kanalı ile de bir kez daha” edilgence izleyici konumumuzu sürdürdüğümüz görülmektedir (Teber 1990 ;10).
Özellikle kitle iletişim araçlarında gelinen ‘akıl almaz’ yeni gelişmeler ile dünyamızda her toplumsal yapının geçmişe göre yapısal ‘yeni bir durum’ içindeki kültür ile karşı karşıya kalması söz konusudur. Özellikle 1980 sonrası Amerika ve Avrupa’da belirginlik kazanan ve ekonomik sorunların ötesinde, ağır ekolojik-kültürel ve de özellikle psişik krizlerle süren bu “High-Tech-Kapitalizm” evresine artık genel olarak post-modern dönem adı verilmektedir” (Teber 1990 ; 10). Bu sürecin 1970’lerin başından beri oluşmaya başladığını söyleyen Wood (1996)’a göre de söz konusu yeni dönemin kültürel dönüşüme karşılık gelen tanımı ‘postmodernizm’dir (Wood 1996;117).
Fredric Jameson (1992) ise “Post-Modernizm” adlı kitabına alt başlık olarak “Geç Kapitalizmin Kültürel Mantığı” demiş ve postmodernizmin kültürel işleyiş ve görünüme ait kavramı aktardığına işaret etmiştir. Bunlarla beraber dünyada toplumsal yaşamın son yıllarda yoğun yeni bir dönüşüm içine girmesini getiren gelişmelerin etkisini daha çok kültürel üretim-tüketim üzerinde gösterdiğini başka yazarlar da ileri sürmüşlerdir1
Jameson (1992)’a göre Postmodern durum ile 1950’lein sonu ve 1960’ların başlarında karşılaşılmaya başlanmıştır. Yazar, yapısal nitelikli söz konusu gelişmelerin kültürel/sanatsal alana yansımaları konusunda kültürün geçirdiği yoğun değişimden ve gelişimden söz etmekte, bunun, postmodernizmin izlenişinde önemli ipuçlarından birini oluşturduğunu ileri sürmektedir. Yazara göre postmodern yeni durumda metalar dünyasının büyük ölçüde yayılımı ; gündelik yaşamın içinde olup-bitenlerin doğrudan, geniş boyutlarda ve tarihsel yönden özgün bir biçimde kültüre işleyişi söz konusudur. “Postmodern kültürde “kültür”, kendi içinde bir ürün olmuştur; pazar kendi kendisinin ikamesini gerçekleştirmekte, ve gerçek anlamda, kapsamına aldığı nesnelerin herhangi biri kadar metalaşmaktadır.... Postmodernizm bir süreç olarak , salt metalaşmanın tüketimidir...Bugün (artık) estetik üretim genelde meta üretimi ile bütünleşmiş durumdadır: Daha geniş ciro sağlayacak şekilde (giysiden uçağa kadar) sürekli daha yeni görünen ürünlerin imal edilmesine yönelik çılgın ekonomik zorunluluk ( söz konusudur)” (Jameson 1992 ; 10-34).
Bütün bu yeni gelişmelerin sonucu olarak yeryüzünün bugünkü kültüründe geçmiş dönemlere göre çok daha hızlı bir ‘pazar için üretim’ yoğunluğu gözlenmektedir. Ancak bu yoğunlaşma ürünlere derinlikten yoksunluk, bir tür ‘yavan etki’ biçiminde yansımıştır. Postmodern durumun sonuçlarından birisi olarak görülen bu gelişim genel olarak kültürde ‘yüzeyselleşme’ şeklinde tanımlanmaktadır. Bu yüzeyselleşme ise bütün kültürel üretimlere duyguların-soyutlama ve düşlemlerin silinmesi yönüyle etkide bulunmaktadır (Jameson 1992; 38).
Popüler kültürel işleyişte karşımıza bu görünümler çıkarken postmodern oluşumlar, popüler kültürel işleyişe ve bu işleyişin içinde üreyen sanata (popüler sanata) yeni bir boyut getirerek onun görünümüne ‘yüzeysellik/derinlikten yoksunluk’ , ve ‘duygu yönü zayıf’’ etkiyi yaygın olarak katmıştır. Bu gelişmeler ise popüler kültürel alan içinde tarihsel arka planı 19. yüzyıl’a uzanan ve kitsch olarak adlandırılan oluşuma, bu oluşum içinde yaygınlaşan beğeninin kolay üretilip-tüketilmesine yardım eden durumlardır.
KÜLTÜR ve SANAT
Kültür ile sanat kavramlarının, birbirinin yerine eş anlamlı ya da birlikte kullanma eğilimi oldukça yaygınsa da, kültür ile sanat benzeş ya da özdeş değildir. Her sanat olayı, kültür olgusu sayılabilir ancak, her kültür olgusu veya varlığı sanat değildir. Hemen her sanat dalı bir tür kültür olayı veya sorunu ile ilgili olduğu halde, kültür ve öğeleri sanatla sınırlı değildir. Kültür kavramının temel kurum ve değişkenleri; Tarihi kaynaklar ve töreler, Aile ve akrabalık, Bilim-sanat ve eğitim,Yerleşmeler, Üretim-tüketim, Din-devlet ve yönetim, İnsan(nüfus), Dil ve kişilik-sistemi, Doğal çevre'dir. Bu anlamda müzik, kültürel bir alan olmaktadır. Dolayısıyla, müzikle ilgili değerlendirmelerin kültür olgusu ile birlikte ele alınmasında yarar bulunmaktadır.


SEYHAN LİVANELİ

Wednesday, April 4, 2007

Mimar Kemal Lisesi, Konuşmacı konuğumuz 1976 mezunumuz Prof. Dr. Ziya Güvenç.


Mimar Kemal Lisesi, Konuğumuz Prof. Dr. Ziya Güvenç.


Mimar Kemal Lisesi öğrencileri Prof. Dr. Ziya B. Güvenç' i dinliyorlar.


Mimar Kemal Lisesi.


Mimar Kemal Lisesi, Ziya B. Güvenç ve Süleyman Yüzübenli.


Mimar Kemal Lisesi, Ziya B. Güvenç ve Süleyman Yüzübenli.


Mimar Kemal Lisesi, Osman Yaman, Ziya Güvenç, Süleyman Yüzübenli, Deniz Levent Yüzübenli.


Mimar Kemal Lisesi, Ziya Güvenç, Edhem Bulut, Osman Yaman.


Mimar Kemal Lisesi; Deniz, Hasan Kababulut, Ziya Güvenç, Edhem Bulut, Osman Yaman.


Mimar Kemal Lisesi öğrencileri ve Doçent Candan Gürakan, ODTÜ.


Candan Gürakan, Mimar Kemal İlkokulu 1971, Mimar Kemal orta okulu 1974, Mimar Kemal Lisesi 1977, ODTÜ Gıda Mühendisliği 1982.


Asım Uysal, Mimar Kemal İlkokulu 1969, Mimar Kemal orta okulu 1972, Atatürk lisesi 1972, ODTÜ Elk. 1980. Yüksek Elektronik Mühendisi


Veli Deper, Nacim Asım ve Mimar Kemal ilkokulu ve orta okulu mezunu, Yüksek Elektronik Mühendisi, Asım Uysal


Asım Uysal ve Mimar Kemal Lisesi öğrencileri Veli Deper, Nacim Asım.


Prof. Dr. Ozan Tekinalp, Mimar Kemal Lisesi 1976.